Beyaz Güller
Öykü Levna GÜNGÖR. Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım (İngilizce) Bölümü öğrencisi. Aynı zamanda Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde ÇAP yapıyor. Ortaokulda başlayan edebiyata ilgisi şiirler, denemeler yazmasına, yerel kompozisyon yarışmalarında dereceler almasına neden olmuş. Öykü’nün Mersin Sanat Edebiyat Derneği tarafından 2022 yılında ilki düzenlenen İlyas Halil Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülü kazandığı öyküsünü sizlerle paylaşmak istedik. İyi Okumalar…
“Mevsimler de benden yana artık. Bir kışı daha sağ çıkaramayacağımı anladı da ondan düşmüyor beyaz güller. Bak, ocak sonuna geldik yaprakları dahi savrulmadı. Tabii sen hayıflanıyorsun kızak kayamadım diye ama ne gelir elden… Poşetine saldıran köpek mi ki ‘Hoşt!’ deyip kovacaksın baharı. O ne zaman isterse gelir; ağaca, ota, toprağa, ırmağa can verir. Ne zaman isterse gider, bizi ayazla ortada bırakıverir. Gerçi benim karanlığım geliyor zaten. Yakında karışırım yıldızlara.”
Gündüz amca böyledir işte. Kaç senedir yuva yaptığı kaldırımın taşları söküle döşene değişti de onun bu görmüş geçirmiş tavrı bana mısın demedi. Aksine, kök saldı ruhuna. Ama belki de hakkı var bu tavrı sürdürmekte. Yıllardır çetin kışlar, vurguncu sağanaklar dışında her vakit aynı kaldırımda, altında pislikten renk değiştire değiştire özünü unutmuş, artık müzelik olmuş bir şilte; üstünde yaz-kış sırtından atmadığı, rengini kömür gözlerinden alan kabanıyla süsledi sokakları, şimdi de ömrünün son demlerine yaklaştı. Bilgeliğin en olgun, verimli çağları ölümün öncesinde yaşanıyor galiba. Sona giderken yolun sırrına eriyor insan yahut bu yanılgı ölüm korkusunu hafifletiyor; ‘Hiç değilse boş bir kimse gibi girmeyeceğim mezara. Kemiklerim çürüyecek, tüm derim bedenimden sıyrılacak ama bilgeliğim fışkıracak toprağın altından.’ diyerek avutuyor kendini. Gündüz amca da onmaz yaralarının sızısını göğe haykırıyor, kaldırım taşlarına kazıyor, önünden kâğıt parçaları gibi uçuşarak geçenlere sessizce fısıldıyor zannımca.
O fısıltılar içime işlemiş olacak ki ben de daha on yedi yaşımda asırlık çınar edasıyla böyle edebî cümleler kuruyorum farkına varmadan. Farkına varmak demişken aklıma “Hazır gençliğin, tazeliğin varken küçük bir hevesin parıltısını gördün mü düş peşine, sakın ayrılma. Varsın sonunda sönsün isteğin. Şükret ki hâlâ bir şeyler için heyecanlanacak direncin var. Çünkü sonra bir bakmışsın sen farkına varmazken ne tek bir adım atacak takatin ne de güneşin doğuşuyla perçinlenecek bir yaşama arzun kalmış. O yüzden sen sen ol gördüğün her okyanusa dal, boğulurum diye de korkma. Cesaretle atladığın suda boğulmak, korkakça beklediğin kıyıda çürümekten yeğdir” sözleri geldi bizim ihtiyarın. “Vallahi artık bir kitap basma vaktin geldi de geçiyor senin. Hayır bana anlatıp duracağına bir müsveddeye yazsaydın bu afili sözleri şimdiye en zengin muhitin kaldırımlarındaydın. Bak dikkat et, ‘ev’ demiyorum. Biliyorum artık sana yüz odalı saray verseler de dönüp bakmayacağını. Hoş, bilsem de aklım almıyor ya neyse.” Ben bu karşılığı verdikten sonra o her zamanki alaycı gülüşüyle başını rüzgârın hafif hafif dalgalandırdığı su misali bir yandan öbürüne sallayıp susmakla yetinmişti. İş nasihate gelince şimşek gibi gürleyen ihtiyar, yağmur kendi üzerine yağınca hemen şemsiyesini açmıştı tabii. Gürlemesi bile dinlendiriyor ama beni, inkâr edemem. Sırılsıklam ıslandıktan sonra aniden sıcak sobaya yanaşmışçasına bir rahatlamayla gevşiyorum onunla her konuştuğumda. İçimde gizli tüneller var ve o da tünelleri kazan köstebek. İğne deliğine geçirilen iplik hassasiyetle kazıyor ama içimi, damarlarımı çatlatarak değil… Dün itibariyle o iğne kalbime saplandı, izi bir daha geçmemek üzere…
Dünün dondurucu soğuğu, dikenlerini insafsızca batıran beyaz gülleri ilkokuldan beri ilk kez bir kar tatiline vesile olmuştu İstanbul’da. Apartmandan alt komşumuz, sınıfta da en yakınım bildiğim Aziz’in kapıya vururkenki şiddeti; karşımızda oturan ev sahibini kapıya çıkartıp gözlerindeki çapakları sinirle temizlemesini izlememize yetmişti. Telaşın sebebi belliydi: Bilhassa son haftalarda her teneffüs sohbet konusu olan, sevgiliyi getirecek bir trene dönüşüp yolu hasretle gözlenen o kar tatili gelmişti. Bense karşımıza gelen her şeyin ilk safhada duyumsamasak dahi bizden bir şeyleri de dönerken beraberinde götürdüğünden bihaberdim. Ondandı sevinç çığlıklarımın annemin çiçeklerini ürkütmesi. Aziz’le benim ürperişimiz tuhaf bir telaştandı ama. Bu derece kıymete binen ve nihayet gerçekliğe bürünen bu günü nasıl değerlendirmeli de hayal kırıklığı yaşamamalı? Kızak kaysak, kartopu savaşı yapsak bunlar zaten kış hafta sonlarımızın vazgeçilmez renkleriydi.
Peki, sadece evde oturup normal şartlarda derste olmamız gerekirken evde misler gibi yatıp yuvarlanabilmenin keyfiyle akşamı etsek nasıl olurdu? Bu düşüncemin sesli dile gelişine karşılık: “Sen iyice saçmaladın haa Nihat! Biz evde kısır günü yapalım diye mi tatil edildi okul? Tamam haklısın, her zamanki şeyleri yapmak da saçma olur. Bir numara katmak lazım bu güne. Ama öyle eve tıkılmak yok. İki dakika ver bana, bulucam en güzelinden bi fikir.” diyerek cümlesini bitirdiği an babaannem aldı sazı eline: “Ay kahretmesin bee! Daha dün alınan ilaç iki günde nasıl dibi gördü? Vallahi zaten kıt aklım hepten duracak şimdi. Hay Allah’ım sabır ver yaa! Nihatt! Yavrum hazır boşa çıkmışken şu yan sokaktaki eczaneye git de bana üç kutu tansiyon hapı alıver. Bak bir değil haa üç! Sen şimdi kendi harçlığınla öde, aylığımı alınca hemen vericem ben sana fazla fazla. Hadi güzel oğlum, üzme beni de gidiver hemen. Bir kere aksattım mı ilacı fena oluyorum biliyosun. Hayır hemen de bitiyo meret. Sanki ekmek niyetine yiyorum her yemekte.”. Aslında ben babaannemin “Kahretmesin” lâfını duyduğum saniye Aziz’e beklemesini tembihleyip odama giyinmeye gitmiştim, son lafını bitirirken de ayakkabılarımı bağlıyordum. Adım gibi biliyordum ki gökkuşağının renkleri değişir, babaannemin tansiyon ilaçlarına koşturuşum değişmez. Allah’tan Aziz de duruma bağışıklık kazanmış olacak ki sırıtarak geliyordu peşim sıra. “Bak bu ilaç işi iyi oldu. Gidip gelene kadar elli kere bulurum ben bugün ne yapacağımızı. Hatta o kadar çok şey bulurum ki yarın da okulu tatil etmek zorunda kalırlar.” Ben Aziz’in her zamanki muzipliğine gülerken Gündüz amcanın kaldırımına kadar geldik, köşeyi dönünce eczanedeydik zaten. Lakin Gündüz amca yoktu görünürde. Demiştim ya “Çetin kışlar dışında her vakit aynı kaldırımda” diye. Dün o çetin kışın ta kendisiydi burnumuzun ucunu kırmızıya boyayıp yeni yeni çıkmaya başlayan yirmilik dişlerimizin kökünü birbirine vurduran ve de Gündüz amcayı böyle eziyete dönen günlerde sığındığı meçhul yere yollayan.
On yaşımda bu mahalleye taşındığımda tanımıştım Gündüz amcayı ve o günden beri sırrını korumuştu bu meçhul yer, tıpkı onu sokaklarda yaşayan diğer binlerce insandan ayıran şeyin ne olduğu gibi. Kesin olan tek şey babaannemin ilacını hemen götürmezsem günlere yayılacak sitemlerinden kaçamayacağımdı. O yüzden koşar adım girdim eczaneye, üç kutuyu kapıp çıktım. Aziz’in de hız konusunda benden aşağı kalır yanı yoktu. “Buldum oğlum buldum bee! Hani şu bizim sınıfta İpek var ya annesi zenginlere temizliğe giden. İşte bu annesinin gittiği evlerden birinin sahipleri taşınıyomuş, çoktan satmışlar evi. Alan adamda para bol olduğu için arsayı da kapmış açıkgöz. Evi de hemen yıktırcakmış. Daha büyüğünü mü istiyomuş ne. Bunlar da yedikçe daha çok acıkıyo ha. Neyse işte ev hafta sonuna kalmadan tuzla buz olcak anlayacağın. İpek söyledi dün, kesin bilgi yani. E adam evle beraber kulübeyi de yıktırıyor. Hani şu güvenliği aşıp da bir türlü giremediğimiz bahçedeki kulübe, geçen yaz kötü kokular geliyor diye ihbar etmişlerdi de bi adamın cesedi çıkmıştı. Bu İpek’in annesinin patronları da zamanında sırf bu yüzden cayacaklarmış zaten evi almaktan. E anca bi yıl dayandılar işte. Artık ne dalavereler dönüyosa orda gidip görücez bugün. Bak, sakın itiraz etme. Eskiler çoktan boşaltmışlar zaten evi, yani güvenlik falan nanay. Ordaysa bile ev boşken eskisi kadar dikkat kesilmez. Sen şu ilaçları ver de gidelim bi an önce. Daha ne zaman gelecek oğlum bu fırsat ayağımıza? Hem düşünsene sınıftaki korkakların önünden geçemediği yere biz gidicez. Madem okul tatil oldu, paşalar gibi de vericez hakkını. Hadi koş koş, oyalanma. Sizin aşağı durakta bu evin olduğu yerden geçen bi minibüs var, ona atlar gideriz. Ben durakta bekliyorum seni.” deyip beni ite kaka durak yoluna saptı.
Macera meraklısı olmasam da Aziz’in anlatırkenki heyecanı beni de gaza getirdi. Bir saat kadar sonra şu meşhur evin kallavi demir kapısının önündeydik. Ev değil saray kapısıydı mübarek. Hani güvenlik kulübesinden bekçi üniformalı bir adam değil de kılıç kalkanlı muhafızlar çıksa şaşmazdık. Biz bahçeye giriş yolu için fetih planı hazırlayan padişah ciddiyetiyle etrafı incelerken heybetli kapının ardından uğur böceklerinin siyah noktalarını taklit ederek bezenmiş bir elin kapıyı ağır ağır açtığını ve ardında gündüzün yükseldiğini gördük. Kulübede çocuksu bir macera ararken Gündüz amcayı sokakta yaşayan diğer binlerce insandan ayıran o bilinmezliğin sırrına erdik. Ya da en azından aklımızın aldığı kadarıyla anlamaya çalıştık.
“Beni bu hayatta artık hiçbir şey şaşırtmaz” derdim çocuklar ama büyük konuşmamak gerektiğini anladım yine. Burada ne işiniz olduğunu sormayacağım, kulübenin ‘büyüsüne’ kapılıp geldiğinizi tahmin etmek zor değil. Çok da uzatmayayım lafı. Siz şimdi meraktan neler kurmuşsunuzdur zaten o derin hayal gücünüzde. Bakın çocuklar; öncelikle benim hakkımda genel olarak neler düşündüğünüzü, bana nasıl acıdığınızı biliyorum. Sizinle burada karşılaşmamış olsam ölümümden sonra acınacak haldeki zavallı bir ihtiyarın mezara girişiyle beraber belki de rahata ereceğini düşünmeniz ihtimaliyle yüzleşmezdim. Ama tam şu an, bu ihtimal yeni döşenen bir kaldırımın yerine tam oturtulamamış taşları gibi batıyor ruhuma. Bilmenizi istediğim tek şey; benim sokaklarda yaşamaya mecbur kalmadığım, sokaklarda yaşamayı seçtiğim. Kime söylesem dalga geçer bununla, farkındayım. Şu an siz de alay ettiğimden eminsiniz muhtemelen. Oysa bu dediğim, içinize işleyen dondurucu soğuk kadar gerçek.
Bir diğer gerçekse kulübeyle ilgili. Bu kulübedeki cesedin sahibini ne yazık ki yakından tanıyordum. Adı Salim, evimde bahçıvan olarak çalışıyordu yirmi sene evvel. Eli öyle bereketliydi ki ektiği hiçbir şeyin solduğu görülmemiştir. Siyahın içindeki beyaz gibiydi, çok saftı yani anlayacağınız. Bir keresinde hiç unutmam “Bak, siyah beyazı her zaman yutar Salim. Dikkat et.” deyince önce ne dediğimi anlamaz görünüp sonra: “Ama her siyahın içinde de bir parça beyaz vardır Gündüz Bey. Sizin içinizde de bir parça gece var sonuçta. Hem belki siyah beyazı kendi çıkarı için değil, onun gibi saf olabilmek için yutuyordur.” demişti. Bu cevabıyla da bir bilgeye dönüşmüştü gözümde. Bu arada siz sormadan söyleyeyim. Evet, çok zengindim. Evet, evliydim ama hiç çocuğum olmadı. Aile mirası bir zenginlikti benimkisi, ekmeğini çok yedim belli bir yaşa kadar. Benden başka mirasçı da olmadığı için elimdeki para o kadar çoktu ki gezilebilecek her yeri gezdim, tadılabilecek her şeyi tattım-içtim, her şeyin en lüksünden alıp ihtişamından kör olurcasına kullandım. Tüm bunların yanında ihtiyacı olanlara yüklü miktarda yardım da ettim.
Ve işte bir gün geldi, sandığın dibiyle beraber ruhumun da dibini gördüm. Bu dünyaya dair bir hayretim, merakım, amacım kalmadı. Her şeyi tükettim, hiçlikle bütünleştim. Çok severek evlendiğimi düşündüğüm kadından bir ay uzak kalınca kum tanesi kadar bile özlemini çekmedim. Annemle babamın cenazesinde evin girişinde biriken karları temizlerkenki rahatlıkla attım üzerlerine toprağı. Böyle böyle berduşa döndüm işte zamanla. Ve inanır mısınız, kaldırımda uyandığım ilk gecenin sabahında aylar sonra ilk kez bir umudun kanatlanışını hissettim kalbimde. Kıyımdan köşemden geçen insanlar, kedi-köpekler, sınırsız tavanım olan gökyüzü, en olmadık saatte kopan gürültüler beni bütünleştiğim hiçlikten tamamen kurtaramasalar da yaşamla bağlarımın tümden kopmadığını hissettirdiler. Öyle ki özel zevkler, çabalar peşinde koşamasam da bir şekilde hayatta kalmayı denemek istedim. Salim efendi de sağ olsun minicik kulübesinin köhne kapılarını bana sonuna kadar açtı. Bir nevi yâren olduk birbirimize. Şanslıyım ki evin yıllar içinde değişen sahipleri de benim zaman zaman sis gibi çöküp dağılan varlığımı hiç dert etmediler. Aynı şekilde böyle görkemli bir evin bahçesinde kocaman sırıtan kulübeyi de…
Salim efendinin anlatmasına göre o buraya ilk geldiğinde minicik bir köpek kulübesiymiş benim meçhulhane. İlk zamanki ev sahipleri ‘Ya evdeki boş odalardan birine yerleş ya da sana bir müştemilat yaptıralım, gelen giden misafirlerin de rahat eder hem’ diye teklifte bulunmuşlar ama Salim efendi bunlarla uğraşmak yerine ‘Şu kulübeyi biraz daha genişletip orada kalsam ya? Size de zahmet vermemiş olurum. Bir kişi dışında gelenim gidenim olmaz benim, o gelirse de sığışırız zaten.’ deyince ev sahipleri kıramamışlar dünya iyisi adamcağızı. İşte o bir kişi bendim ve tüm çetin kışları Salim efendinin yanında geçirdim yirmi koca sene. Hava azıcık ısınmaya görsün hemen döndüm ama kaldırımlara, boyun eğmedim Salim efendinin itirazlarına. Keşke bir kez olsun eğseymişim, belki hayatta olurdu o zaman. Geçen kışın sonlarına doğru güneş peçesini usul usul indirirken sıvazladım omzunu Salim efendinin, döndüm sokaklara. Nereden bileyim gittiğim günün gecesi kalp krizi geçirip vazosu kırılan çiçek misali yere yığılacağını? E ev sahipleri kış tatilinde, benden başka gelen gideni yok, güvenlikteki Recep izinli. Siz onun izinli olduğunu bilseniz belki de bir sene evvel karşılaşacaktık.
Şu hayat ne tuhaf şey; tesadüflerle mi örülü, kader mi tek öncü belli değil. Her neyse, bizim Salim efendinin cesedi Recep izinden dönünce bulundu; ben de seneler sonra ilk kez gözyaşı döktüm. Hâlâ yokluğu için üzüleceğim bir şey olduğunu düşünerek sevindim hatta utanmadan. Ama artık o şeyi kaybetmiştim. Onunla olan anıları yaşatmak için mi yoksa soğukların getirdiği değişmez bir alışkanlıktan mıdır bilinmez ben gelmeye devam ediyorum kulübeye. Kimse de ses etmiyor şansıma. Etseler bugün son kez gelemeyebilirdim buraya. ‘Son’ diyorum çünkü bakın dökülmeye başladı beyaz güller. Dönerken beni de alacaklar aralarına, çok az kaldı. Neden geldiğimi bilmiyorum ki bu dünyaya, gidişime üzüleyim. Siz de üzülmeyin o yüzden, acımayın. Benim karanlığım geldi ama sizin aydınlığınız hiç eksilmesin.”
Soğukta üşütmeyelim diye kulübede etti vedasını Gündüz amca. Kalbime sapladığı iğne kanatmadı ama içimi. Onun bulamadığı, belki de aramaktan korktuğu hayat gayesini verdi yalnızca: Hikâyeler anlatmak ve görünmezleri görünür kılmak gayesini…