GenelKültür & Sanat

Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” İncelemesi

Açılışı Platon’un mağarasından yapıyoruz. Susan, hala insanların mağarada olduğunu ve fotoğrafın çıkış noktası olduğunu söylüyor diyebiliriz. Ve ilerleyen sayfalarda da fotoğrafın neden bu kadar önem teşkil ettiğini öğreniyoruz. “Fotoğraf toplamak, dünyayı biriktirmektir” sözü ben de şu fikri uyandırdı: Gerçekçi bir dünya görüşü bilgiyle bağlantılıdır ve bu nedenle fotoğraf çok önemlidir çünkü bilgi verir, bilgiyi kayıt altında tutmamıza olanak sağlar. Yazarında vurguladığı gibi fotoğraflar bize kanıt teşkil eder. Fotoğraf makineleri gerçekliği yakaladığı için fotoğraflar dünyanın bir yorumudur aslında ve oldukça da kapsayıcı.

Fotoğraf çekmek geçmişte herkesin ulaşabileceği bir şey değil idi. Yeterince pahalı ve meşakkatli olan bu aygıt, sadece onları çalıştırmasını bilen mucitlerin ve varlıklı insanların elindeydi. O dönemlerde fotoğrafın daha toplumsal yararını hissetmek veya görmemiz söz konusu olamazdı çünkü yeni bir devrimdi. Artık fotoğraf herkesin ulaşabildiği, ağır ve meşakkatli olmayan bir aygıt haline geldi: “Son dönemlerde fotoğraf, neredeyse seks ve dans ka­dar yaygın biçimde rastlanan bir eğlenceye dönüşmüş durumdadır.”

Bu gelişimi ile aile hayatının da önemli bir parçası haline geliyor. Çünkü fotoğraf nostaljidir, geçmişe dönük hatırlatmadır ve o anın var olmasına bir yardımcıdır. Her çocuklu ailenin en az bir fotoğraf kamerasının bulunması da bu tezi güçlendirir. Yeni doğan çocuğun o an hal ve hareketlerini kayıt altına almak kaçınılmaz bir gelenek haline gelmiştir. Her aile bunun gibi anların fotoğraflarını biriktirerek kendi familyasının bir portre-tarihçesini çıkarır. Fotoğraflar etkin bir rol oynayarak nostaljiyi beslerler. Bu yazılanlar seyahatte olan bir turist için de geçerlidir çünkü seyahat etmek bir fotoğraf biriktirme stratejisi halini alır. Anı kayıt ederken aslında fotoğraf çekmenin bir müdahil olmama eylemi olduğunu görüyoruz. Çünkü o an fiziksel olarak var olmak yerine kamera arkasındadır kişi. Benim bu küçük ölçekli örneğimi yazar, benzin tenekesine uzanan bir Vietnamlı Buda rahibine, fiziksel bir yardım yerine fotoğraf çekmeyi tercih etmenin ne denli bir makul davranış olduğunu sorgulayarak, güçlendiriyor. Bu soruyu kendimize sorarken şunu da unutmamak gerekir ki “Fiziksel müdahaleyle aynı anlama gel­mese de, bir fotoğraf makinesi kullanmak yine de bir katılım şeklidir.”

Dikkatimi en çok çeken şey ise fotoğrafın gerçeklik ve insan duyguları ile kurduğu bağ oldu. Evli bir kadının cüzdanında sakladığı aşığının fotoğrafı ile etkileşime geçmesi gibi basit bir olay bile fotoğrafların gerçeklik ile temasını özetliyor. Fakat fotoğraf sadece bir duygu şelalesi yaratmıyor aksine o duyguyu gittikçe köreltebiliyor da. Örnek olarak, bir vahşet fotoğrafına (öldürülmüş bir insan vs.) ilk baktığımız ile son baktığımız arasında olan fark. Bir görüntüye hissedilen ilk izlenim birkaç tekrardan sonra bu hislerin azalması kaçınılmazdır. Susan’da bunları gayet destekleyen şekillerde anlatıma sunuyor.

İkinci kısma geldiğimizde, Walt Whitman ile tanışıyoruz. Şair olan Whitman’ı,“Güzellik ve çirkinlik, önem ve önemsizlik arasındaki farkın ötesini görmemiz gerekiyor” vizyonu ile tanıyoruz. Whitman’ın lirik bir Amerikan rüyası vardır fakat bu rüyanın Diane Arbus ile kötüye gittiğini fark ediyor Sontag.

“Cücelerin fotoğrafını çekerken heybet ve güzellik elde edemezsiniz. Cüceler elde edersiniz.”

Arbus, Whitman’ın ön gördüğünden çok daha farklı işler gerçekleştiriyordu. İnsanları sergilediği ucubelerle özdeşleştirmeye davet etmiyor ve Whitman’ın mirası gittikçe parçalanıyordu. Arbus, tek bir dünyanın var olmadığını başka dünyalarında var olduğunu göstermek istiyordu. Cüceleri ve ucubeleri ve ilk bakışta dikkat ettiğimiz kusurları fotoğraflaştırırdı. Sontag’a göre Arbus’un en dikkat verilmesi gereken yönü de kurbanlara, talihsiz insanlara yoğunlaşarak sanat fotoğrafçılığının en kuvvetli girişimlerinden birine kalkışan bir görünüm sunmasıdır. Kendisinin de dediği gibi “tuhaf bakan” insanların fotoğraflarını çekmeyi seven Arbus, yaşadığı yerde de çokça malzeme bulmuştur kendisine. Amerika bundan ötürü çok zengindir. Sontag’a göre Arbus’un fotoğraflarında gördüğümüz auranın sebebi, yürek burkan kişiler ile sakin ve doğalmış izlenimi uyandıran kendi dikkati arasındaki zıtlıktan oluştuğundandır. Arbus’un fotoğraflarında gördüğümüz gizemin ana sebeplerinden birkaçı şunlardır: fotoğrafı çekilen insanların doğrudan kameraya bakması ve bu fotoğrafı çekilen kişilerin kameraya uysalca ve saf bir şekilde teslim etmeleri beklenmeyecek insanlardan oluşmasıdır. Bu teslimiyette Arbus’a hakkını vermemiz gerekir çünkü bu ‘tuhaf’ kişiler ile samimi bir ‘arkadaşlık’ kurmak zorundadır. Sontag, kameraya direkt bakmanın bir ağırbaşlılık ve içindeki özü açığa çıkarma eğilimi işareti olduğundan da bahsediyor bize. Arbus’un çalışmaları tepkiseldir ve bu tepkiselliğinin kaynağını da onaylanmış olan şeylere karşı alır. Bu aslında Vouge’a ve güzel olan şeyleri boş vermenin en iyi yoludur. Kendi hayatına intihar ile son vererek fotoğraflarının bir amaç doğrultusunda olmadığını ve içtenlikle olduğunu görüyoruz. “Arbus, kendi acısını nakletmek amacıyla kendi içine dalan bir şair değil, acılı görüntüler toplamak amacıyla kendini cesaretle dünyaya fırlatan bir fotoğrafçıydı.”

Bu kısmın sonunda Amerika’nın, Whitmancı olumlamadan koptuğu ve sürrealist blöfün azimli bir timsahı olan Arbus gibilerle sürrealist bir ülke olarak tekrar keşfedilmesi gelir.

Sürrealist sanatlardan yoluna devam eden tek sanatın fotoğraf olduğunu bilerek okumaya devam ediyoruz. Sontag, resim sanatının da birkaç fanteziden ve doldurulmuş hayal dünyasından öteye geçemediğini anlatır. Ancak bu öteye geçemeyişin Jackson Pollock ile yeni türde bir soyutlamaya geçişinin olduğunu da ekler ve sürrealizmin yanlış tahayyül edildiğine dair suçlamasına geçer. “Sürrealist militanların hatası, sürreali evrensel bir şey, yani psikoloji alanına giren bir olgu olarak tahayyül etme yanılgısına düşmeleriydi.” Sontag, doğru sürrealist düşüncesinin etnik sınıfa ve bir kökene bağlı olguyu temsil etmesidir, der. Bu sebeple de en eski sürreal fotoğrafların sokaklarda hayatın pozsuz dilimlerini yakalayanlardır. Fotoğrafın sürreal bir öğe olmasının en önemli sebeplerinden biri onun geçmişten olduğu ve çürütülemez bir fikre sahip olmasındandır. Sontag, özellikle belgesel fotoğrafçılığı Sürrealizm ile ilişkilendirmektir.

Yoksulluğun, zenginlikten daha sürreel olmadığına da rastlıyoruz. İğrenç bir kılık halinin, bir balo için özel hazırlanan süslü bir prensesten daha sürreel olmadığını anlatır Sontag. Sürreel olan, fotoğra­fın dayattığı -ve kapattığı- mesafedir diye de ekler.

İlk bölümde bahsettiğim, Fotoğraf ve Turizm’in Amerika içinde epey bir önemli olduğunu şu cümlelerle iyice kavradım, “Fotoğrafçılığın yırtıcı yanı, daha önce Amerika Birleşik Devletleri’nde başka herhangi bir yerde, fotoğrafçılık ve turizm arasında açıkça görülen, ittifakın kalbindedir.”

Fotoğraf, melankolik bir fikirdir çünkü şu anı, geçmiş yapar.

Görüşteki Kahramanlık bölümünde çirkinliğin fotoğraf ile keşfedilmediğini fakat birçok insanın fotoğraf sayesinde güzelliği keşif ettiğini okuyarak başlıyoruz. İnsanlar için fotoğraf makinesi belgelemek veya bir şeyleri göstermek amacında değil ise genellikle güzelliği, güzel anı yakalamaya çalışılırlar. Sontag, bunu çirkinliği çekmek isteyen birinin ancak onu güzel buluyorum manasında çekmek istediğini belirterek fotoğrafta güzellik arayışını destekler. Bu arayış ve çaba dünyayı güzelleştirmekte başarılı bir rol da oynamıştır. Bu kısımda fotoğrafın ‘güzeli’ yarattığını ve fotoğraf çekilmeye devam ettikçe bunun sonuna kadar kullanılıp tüketilmesine devam edilecek olmasını da okuruz. Fotojenikliğin sadece bazı şanslı insanlara nasip olacağını okuduktan hemen sonra Fox Talbot’un rötuş yapma tekniğine geçiyoruz. Talbot’un Paris’te yaptığı sergisinde (rötüşlü ve rötüşsüz) fotoğraf makinesinin ‘yalan söyleyebileceği’ fikri fotoğraf çekmeyi çok daha popüler hale getirecekti. Sontag, yalan söylemenin resme kıyasla fotoğrafta daha ciddi bir durum olduğundan bahseder. Sahte bir resim, sanat tarihini çarpıtır. Sahte bir fotoğraf ise gerçekliği çarpıtır. İlk fotoğrafçılar, fotoğrafı sadece bir kopya çıkarma aracı gibi kullanırken bu durum artık böyle değildir.

Sontag, resim ile fotoğrafın çatışmasına da değinir. Fotoğrafın, resmi en büyük modernist işinden, soyutlamadan kurtardığını söyler. Fakat fotoğrafın resim üzerinde ki etkisinin o kadar da belirgin olmadığını ekler ve fotoğrafın istila ettiği bölgeden resimin kendi inisiyatifi ile çekilmeye başladığını okuruz. Talbot’a göre de fotoğrafın ressamların hiçbir zaman aktaramadığı çıplaklığı ve gerçekliği aktardığını söyleyerek şunları aktarır; “Formlarla ayrıntıları yakalama kapasitesine sahip olduğu­nu derhal kavramıştı. Dolayısıyla fotoğrafçılar, zamanla daha soyut görüntüler peşine düşenlerin arasına katıla­rak, modernist ressamların mimetik olanı salt resim oluş­turma diye görmezlikten gelmelerini hatırlatan bir karar­ sızlıkla yola çıkmışlardı.”

İddialı karşıt profesyoneller, fotoğrafı sadece genel ‘güzel’ anlayışını sürdüren kişilere karşı duruş sergilemişlerdir. Weston gibi cesur fotoğrafçıların ise başkalarının kaçırdıkları şeyleri gösterme, etraflarında ki dünyayı başka kişilere gösterme işini kendi üstlerine almışlardır. Weston, günümüzün sanatının fotoğraf olduğunu da vurgular. Westona göre güzellik adeta yıkıcıdır.

Fotoğraf makinesinin, sevecen olduğu kadar zalim olduğunu da görürüz. Ama sontag bu durumu şu şekilde özetler; “Yine de fotoğraf makinesinin zalimliği, fotografik beğeniye yön veren sürrealist tercihlere bakılırsa, sadece başka türde bir güzellik ortaya çıkarmaya yarar.” Moda fotoğrafçılarının temel anlayışı, fotoğraf görüntüsünün gerçek hayattan daha güzel olabileceği olduğu için modaya hizmet eden bazı kişilerin fotojenik olmamayı da cazip bulmalarının garip olmadığını keşfediyoruz. Moda fotoğrafçılığı epey bir zamandır sürrealizmin sarsıcı bir repertuarını geliştirir. “Güzellik sarsıcı olur ya da hiç olmaz.” der Breton.

Sontag, “Fotoğrafın sadece gerçeği söyleme düşüncesine karşın “Bir fotoğraf, görüldüğü bağlama göre değişir.” der. Wittgenstein’in sözcükler için dediği gibi anlamı oluşturan, kullanımdır. Sontag, bu fikrin tek tek her fotoğraf için geçerli olduğunu bize aktarır.

Fotoğrafın Getirdiği Müjdeler bölümünde daha çok fotoğraf üzerine atılan çeşitli iddiaları ve sanatta ki yerini işliyor. Sontag, giriş cümlesi ile bu durumu gayet ortaya koyuyor, “Başka durmadan büyüyen alanlarda olduğu gibi fotoğ­raf da, belli başlı uygulayıcılarına fiilen ne yaptıklarını ve yaptıkları şeyin niçin değerli olduğunu tekrar tekrar açıkla­ma ihtiyacı duyurmuştur.”

Gerçekliğin fotoğraf ile tekrardan aydınlatılması gibi bi durumdan sonra sanat olarak benimsenmesinin ilginç olmadığını görürüz. Sontag, yine de ne gibi bi sanatı icra ettiklerine konusunda birçok çelişkili açıklamaların var olduğunu söyler.

Sontag’ın söylemine göre fotoğrafın sanat olarak kabul görmesinde müzeye girişin önemli bir rolü vardır. Bunun sanatın ne olduğuna dair küçümseyici bir tanım arama durumu olduğunu hissederiz ve Sontag, müzelerin o kadar da doğru bir girişim olmadığını söyler. “Fakat müzeler, bütün fotoğraflara bak­manın yeni koşullarını yaratırken hangi fotoğrafların iyi ya da kötü olduğu konusunda ciddi bir tayin edici rol oy­namazlar. Müzelerin, resim sanatında olduğu gibi, geçmiş dönemin fotoğraf eserleri açısından güvenilir bir kanon oluşturdukları da söylenemez. Belirli bir fotografik beğe­niyi destekleyip besliyor görünseler bile, müze kurumu­nun kendisi ‘normatif beğeni’ fikrini kökten yıkmaktadır. Müzenin rolü, sabit bir değerlendirme standardı olmayaca­ğını, kanon oluşturacak bir gelenek bulunmadığını ortaya koymaktır. Kanonik bir gelenek fikri, müzenin kanatları altında eğreti durmaktadır.”

Bölümün sonlarında yaklaştığımızda ise meselenin bir sonuca ulaşmak olduğu olmasa bile fotoğrafın sanat olup olmadığına dair detaylıca düşünülmeye devam edilir. Sontag’a göre fotoğrafın sanat olup olmamasının aslında o kadar da yüce bir şey olmadığını görürüz. Sontag için fotoğraf her şeyden önce bir sanat formu değil dil gibi fotoğraf da, sanat eserlerinin üretildiği bir araçtır. Fotoğrafın resim sanatı ile aynı düzlemde gitmediğini fark ederiz. Fotoğraf, başlı başına bir sanat formu olmasa bile, her türlü konuyu sanat eserine çevirebilecek güçtedir.

“Şimdi bütün sanatlar, fotoğrafın konumuna ulaşmayı arzulamaktadır.”

Kitabımızın son bölümünde fotoğraf ve gerçekliği derinlemesine işliyoruz. Artık görüntüler dünyasında yaşıyoruz ve ‘gerçeklik’ fotoğrafların yansımasından ibaret. Bu gasp etmeyi Sontag, şu şekilde anlatıyor, “Bu tür görüntülerin gerçekliği gasp etmelerinin asıl se­bebi, bir fotoğrafın her şeyden önce hem bir görüntü (res­min de bir görüntü olması gibi), ‘gerçek’ olan şeyin bir yo­rumu, hem de bir iz, bir ayak izi ya da ölüm maskı gibi ‘gerçek’i doğrudan çoğaltan bir şey olmasıdır.” Bu açıklamadan sonra aslında fotoğraf ve resmin arasında ki en derin çizgiyi yakalıyoruz. Bir resim sadece bir yorumu ileten ifade iken fotoğraf, ortaya çıkan bir şeyin kayda geçirilmesinden daha azıyla yetinmez.

Sontag, ilginç bir noktaya değinerek sanayileşmiş ve sanayileşmemiş ülkelerde insanların fotoğrafa bakışını tanımlar. Sanayileşmemiş ülkelerdeki birçok insanın fotoğrafı çekilirken tedirginlik duymasının sebebi bunun bir mahremiyete girmesi, hürmetsizlik etmesi gibi düşüncelerdendir. Sanayileşmiş ülkelerde ise durum farklıdır, bu insanlar zaten kendilerini görüntüden ibaret sanmaları, fotoğraf ile gerçek hale gelme zannıyla fotoğraf çektirmek için can atarlar. Sanayileşmemiş ülkelerde ki mahremiyet fikri aslında o kadar da ilkel değildir. Çünkü en sıradan fotoğraf bile bir arzu simgesine dönüşebilir. Vesikalık fotoğrafın bir dedektif için kanıt teşkil ederken, bir hırsız veya sapık için erotik bir rol oynayabilir.

Fotoğrafın aslında dolaysız biçimde ulaşmamızı sağladığı konu gerçeklik değil, görüntülerdir. Yetişkinler kendilerinin, anne ve babalarının çocukken nasıl gö­ründükleri -var olduğunu hakkında fikre sahip olur. Bunun gibi fotoğraflar günümüzde oldukça her anı çekerek sıradanlaşsa bile on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda öyle değilmiş. Sontag, bu dönemlerde burjuvaların portrelerinin amacı, poz veren kişinin ideal görüntüsünü ve sınıfını, sosyal konumu ifade etmekti. Bu amaç göz önünde tutulduğun­ da, niçin bir tane­den daha fazlasına gerek duymadıkları son derece anlaşı­lır bir durumdur.

Son kısımlarımızda, kapitalist bir toplumda görüntülere dayalı bir kültür olduğunu görürüz. Satın almayı teşvik etmek ve sınıf, ırk yaralarını uyuşturmak için eğlence sağlaması gerekiyor. Ve doğal kaynakları daha iyi kullanmak, verimliliği artırmak, düzeni sağlamak, savaşmak, bürokratlara iş vermek için sınırsız miktarda bilgi toplaması gerekiyor. Kitleleri gözetlemek için bir araç olarak da varolur kamera ve görüntü.

Sontag, en sevdiğim sözlerden olan “her şey geçici” sözü ile de bir bağ kurar fotoğrafla. Çünkü fotoğraf makineleri bize her şeyin geçici olduğunu anı sabitleme imkanı tanımasından beri iyice derinleşmiştir.

Görüntüler gerçekliği tüketirler ve panzehir etkisi yaratırlar. Hem bir hastalıktır; hem gerçekliği ele geçirmenin, hem de onu eskitmenin bir yoludur.

“Fotoğraf makinesi, o başka gerçeklikle yüz yüze gelmenin akıcı bir yoludur.”

-Jerry N. Uelsmann

Furkan Adıgüzel

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir